Dünya, günlerdir karanlıktı. Önce insanlar bunun geçici bir şey olduğunu sandılar. Belki Güneş bir hata yapmıştı, belki de doğa kendini yeniliyordu. Ama günler haftalara, haftalar aylara dönüştüğünde anladılar ki bu bir hata değil, bir sondu.
Karanlık önce gökyüzünü aldı. Mavi silindi, gri bile kalmadı; geriye yalnızca simsiyah bir boşluk kaldı. Sonra toprak sustu. Ağaçlar kurudu, çiçekler açmayı unuttu, rüzgâr bile esmez oldu. Nehirler dondu, denizler karardı. Soğuk ve açlık, umutsuzlukla birlikte dünyayı dört bir yandan sardı. Artık hiçbir şey doğmuyor, hiçbir şey filizlenmiyordu.
Ama bu nasıl olmuştu?
Herkesin bildiği ama kimsenin kabul etmek istemediği bir gerçek vardı: İnsanlığın açgözlülüğü dünyayı öldürmüştü.
İlk başta küçük bir şeydi. Biraz daha fazla yemek, biraz daha fazla toprak, biraz daha fazla güç… Ama zamanla açgözlülük insanın ruhunu kemiren bir hastalığa dönüştü. Daha fazlası. Hep daha fazlası. Yetmedi. Daha fazla şehir, daha fazla bina, daha fazla para, daha fazla enerji, daha fazla tüketim… Yetmedi. Kendi sınırlarını yok etmek yetmedi. Başkalarınınkine göz diktiler. Başka ülkelerin kaynaklarına, başka toprakların zenginliklerine, başka halkların emeğine… Yetmedi. Denizleri kirlettiler, gökyüzünü zehirlediler, ormanları yaktılar. Dünya bir çöplüğe döndü.
Ve dünya buna daha ne kadar dayanabilirdi ki?
Belki de tabiat kendi içinde buna dur dedi. Artık her şey sona ermeliydi. Ve karanlık çökerek insanlığın gözlerini mühürledi.
Ama henüz her şey bitmemişti. Çünkü insanın içinde yalnızca kötülük yoktu. Bir yerlerde, küçücük de olsa bir iyilik kıvılcımı kalmış olmalıydı. İşte efsaneler tam da bundan bahsediyordu.
Kadim öğretilerde, eski kitaplarda yazan bir şey vardı: Her şey zifiri karanlığa gömüldüğünde, bir zerre iyilik bile dünyayı kurtarabilirdi. Küçücük bir ışık, bir insanın içinde saklıysa bile… Tao’nun dengesi, Yin-Yang’ın ışık noktası, İslam’ın fıtratındaki saf iyilik… Adı ne olursa olsun, kurtuluşun anahtarı buydu.
Fakat bir sorun vardı.
İnsan kendi yolunu artık kendi bulmalıydı.
Dışarıdan bir kurtarıcı beklemek, bir el uzanmasını ummak nafileydi. Çünkü insan, kurtuluşu hep dışarıda aramıştı. Hep birilerinin onu kurtarmasını beklemişti. Ama asıl ışık, dışarıda değil, kendi içindeydi.
Ve tek bir kişiyle olacak bir şey değildi bu. Karanlık o kadar büyüktü ki, tek bir mum bile içinde kaybolurdu. Ama belki de mesele zaten tek bir mum yakmak değildi. Belki de mesele, herkesin içindeki ışığı bir araya getirmesiydi.
Ve işte o zaman bir şey oldu.
Küçücük kıvılcımlar, birbirine ulaşmaya başladı. Umutlarını yitirmemiş, kalplerinde iyiliğin son zerresini taşıyan insanlar… Birbirlerini buldular. Önce fısıltılarla, sonra elleriyle, sonra yürekleriyle… Her bir küçük ışık, diğerine dokundukça büyüdü. Karanlığın ortasında, bir mum gibi değil, bir ateş topu gibi yükseldi.
Ve o ateş büyüdükçe, dünya yeniden nefes almaya başladı.
Bir kişiyle değişmeyecek bir kaderdi bu, ama insanlar bir araya geldiğinde kader bile değişebilirdi.
Ve belki de… Sonsuz gece, işte böyle sona erecekti.
Şimdi sıra sende. Kendi içindeki ışığı yak. Çünkü karanlık, sadece ışık yanmadığında kazanır.
Yorumlar kapalı.