featured
  1. Haberler
  2. Serbest Kürsü
  3. Hayatın İçinde – Gerçek Hikâyeler

Hayatın İçinde – Gerçek Hikâyeler

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Önsöz – Hayatın İçinde Yaşamak

Bir sokakta yürürken göz göze geldiğim insanlar oldu.
Bir cami avlusunda, kaldırım köşesinde, butik dükkanların önünde, bazen bir pide masasında…
Ve her biri bana şunu söyledi, sözcüksüz bir dille:
“Ben buradayım. Gördün mü?”

Görmek…
Yani gerçekten görmek, öyle kolay değil. Gözlerin açık olması yetmiyor. Ruhunun da açık olması gerekiyor. İnsan ancak kalbiyle baktığında görebiliyor aslında. Gördüğü zaman da hayatın içinde yaşamaya başlıyor. Gerçekten yaşamaya…

Bugün şehirler kalabalık. Arabalar dolu, sokaklar gürültülü, ekranlar hep açık. Ama insanlar birbirine bakmıyor. Hatta baksa da görmüyor. Herkes bir yerlere yetişiyor ama kimse olduğu yerde durup yaşamıyor.

Ben ise durdum.
Yürürken, metroda, otobüste, sokakta, birinin gözünün içine baktım.
Yaşlı bir kadınla çay içtim.
96 yaşında bir amcanın koluna girdim.
Adını bilmediğim bir teyzenin yolunu aradım.
Kağıt toplayan çocuklarla birlikte sokaklarda gezdim.
Kitap okuyan ama unutulmuş bir dede ile aynı kapının önünde oturdum.
Evlenmelerine izin verilmeyen ama birbirine sımsıkı tutunmuş bir çiftin evine misafir oldum.
Ve hepsinden öğrendim: Hayat, içinde olunca güzeldi.
İzleyerek değil, katılarak.
Dokunarak, hissederek, severek…

Ben bir yazar değilim belki. Bir anlatıcı da sayılmam.
Ama bir yolcuyum.
Kalbimi açtığım her insanda, kendi içime yürüdüm.
Ve işte bu satırları, o yolculukta gördüklerimden derliyorum.

Bu kitapta okuyacaklarınız kurgu değil.
Hepsi yaşanmış, hissedilmiş, solunmuş anlar.
İsimler gerçek, insanlar gerçek, hisler gerçek.
Ve belki sen de bu sayfalarda kendine rastlarsın.
Çünkü bu hikâyeler, sadece benim değil.
Bu, hayata karışmayı seçen herkesin hikâyesi.

Eğer bir gün bir sokakta yürürken, yaşlı birinin adımlarına denk gelirsen…
Ellerini titreyerek taşıyan birini görürsen…
Pencereden şarkı söyleyen bir amca duyarsan…
Ya da sadece bir yabancının gözlerinin içine bakarsan…
Dur.
Bak.
Ve gör.

Belki o anda, sen de hayatın içinde olursun.
Gerçekten.

Bölüm 1 – Çöplüğün İçinde Bir Değerli Taş

Kurtuluş’taydı. Eski bir semt, eski sokaklar.
Bazı evlerin dış cephesi dökülüyordu, bazıları yıllardır boyanmamıştı.
Ama hayat hep vardı orada.
Tozun altında, çatlamış duvarların ardında, bakımsız kapıların arkasında yaşam inatla sürüyordu.

Ben o sıralar üniversite öğrencisiydim.
Cebimde harçlık, kalbimde merak vardı.
Ve bir gün, o mahallenin arka ucunda, perili köşkü andıran bir evin önünde, o dedeyle karşılaştım.

Ev dediğime bakmayın.
İçinde böcekler dolaşıyordu, rutubet kokusu camdan dışarı sızıyordu.
İçerisi neredeyse çöküyordu.
Ama evin önünde oturan adam…
O bambaşkaydı.

Üzerindeki giysiler eskiydi, ama gözleri ışıl ışıldı.
Sesi yavaş ama derindi.
Ve elleri kitap tutmaya alışkın, parmakları düşünmeye meyilliydi.
Ben o gün, bir çöp yığınının içinde parlayan bir değerli taşa rastladım.

Pırlanta değil…
Pırlanta sevmem ben.
Çünkü o taşlar, yerin altından çocukların elleriyle sökülür.
Eller yaralanır, hayaller karartılır.
Ve sonra bir vitrine konur, üzerine etiket yapıştırılır.
Oysa bu dede…
Hiçbir vitrini yoktu.
Ama ışığı vardı.
Ve o ışık, öyle bir içten parlıyordu ki, insanın içini ısıtıyordu.

Onunla konuşmaya başladım.
Önce birkaç kelime.
Sonra birkaç cümle.
Derken oturduk beraber, kaldırım taşlarının üstünde uzun uzun sohbet ettik.

Tolstoy’dan bahsetti.
Dostoyevski’nin karanlık karakterlerinden.
Sartre’dan, Camus’den, hatta Hafız’dan…
Kitapları, yıllardır o dökülen evin raflarında birikmişti.
Ve o, kelimelerin arasında yaşayan bir bilgeye dönüşmüştü.

Evde neredeyse hiçbir şey yoktu.
Ama ruhu öyle zengindi ki, bir saray gibi hissettirdi bana orayı.
Ben ona su götürdüm, kaşık getirdim, evi elimden geldiğince temizledim.
Çünkü elimdeki tek şey buydu o zaman.
Ama her gelişimde o bana başka bir dünya verdi.
Bir kitabın kenarından düşen cümleyle, bir anısıyla, bir suskunluğuyla…

Mahalleli ona yemek getirirdi.
Kim ne pişirdiyse, bir tas verirdi.
Hiç aç kalmazdı.
Ama toplumun çoğundan uzak, bir köşeye bırakılmıştı.
Çocukları onu oraya bırakmıştı.
Ama o kimseye kin tutmazdı.
Çünkü o hâlâ inanıyordu:
İnsanın özü, hâlâ iyiye meylederdi.

Yıllar geçti.
Ben o mahalleden taşındım.
Hayat aktı, değişti.
O dedeyi bir daha göremedim.
Meğer vefat etmiş.
Yüreğime ağır bir sessizlik çöktü bunu duyduğumda.

O günden beri her duamda onu anarım.
“Dede” derim sadece.
Adı neydi, hiç bilmiyorum.
Ama adı lazım değil zaten.
O bir sembol benim için.

Hayatın kenarına itilmiş, ama özüyle merkezde kalanların sembolü.
İnsanlığın karanlığında hâlâ yanan bir ışık.

Bana şunu öğretti:
“Hayatın içinde olmak bazen sadece bir kapı eşiğinde oturmak gibidir. Ama eğer gerçekten görüyorsan, o eşik bir bilgelik yuvasına dönüşür.”

O günden beri…
Yolda yürürken gözüm hep açık.
Belki bir kaldırım taşında yine bir değerli taş oturuyordur.
Ve onu fark eden bir çift göz bekliyordur sadece.
Tıpkı o günkü gibi.

Bölüm 3 – Şehir Hanımefendileri: Ayten ve Nurten

Bazı insanlar vardır, görünce zaman durur.
Giyimleriyle değil sadece…
Taşıdıkları duruşla, gözlerinin içindeki vakarla, adımlarının usul usulluğuyla.
Ben onları işte öyle gördüm.

İstanbul’un bir sokağında yürüyordum.
Günlerden hangisiydi, hatırlamıyorum.
Ama onları gördüğüm anı çok net hatırlıyorum.
İki kadın önümde yürüyorlardı.
Ayten ve Nurten.

Şapkaları özenle takılmış, paltoları ütülü, ayakkabıları parlaktı.
Zaman ellerinden bir şeyler almıştı, evet.
Ama onlardan alamadığı çok daha fazlası vardı.
Zarafetleri.
Bir hanımefendiye yakışan o dinginlikleri.
Ve birbirlerine olan arkadaşlıkları.

Arkalarından yürürken içimden bir şey kımıldadı.
Hani bazı anlar olur ya, ruhun gülümser…
Öyle hissettim.
Usulca bir Sezen Aksu şarkısı mırıldandım:
“Yavrum, anan nereli… Nereden kaşın, gözün temeli…”
Sonra seslendim onlara, tebessümle:
“Size sarılabilir miyim?”
Şaşırmadılar.
Gülümsediler.
Sarıldık.
Sanki üç nesil bir anda kucaklaştı orada. Zaman bir parantez açtı ve o parantezde sadece insanlık vardı.

Sonra birlikte oturduğum bir butiğin önünden geçtiler.
“Hey!” dedim, bir çocuk gibi seslenerek.
Geri döndüler.
İçeri davet ettim.
Girdiler, oturdular.
Sonra kapıyı kapadık.
Türk sanat müziği açtık.
Ve o butik, bir müzikhol oldu.
Bir saat boyunca şarkılar söyledik.
Ayten hanımın sesi çınlıyordu.
Nurten hanım hafif hafif tempo tutuyordu.
Ben ise sadece o anın içindeydim.

Onlar hiç evlenmemişti.
Çocukları yoktu.
Ama yalnız değillerdi.
Birlikte yaşıyorlardı.
Birbirlerinin hem kardeşi, hem dostu olmuşlardı.

O gün şunu düşündüm:
Hayat bazen çok koca cümleler kurmanı gerektirmez.
Bazen bir şarkıdır yeter.
Bazen bir sarılma.
Bazen “Hey!” demen.
Bazen sadece yan yana oturup bir şarkıya eşlik etmen.

Ayten ve Nurten bana o gün bir şey gösterdi:
Zarafet kaybolmaz.
Arkadaşlık eskimez.
İnsanlık hâlâ her köşe başında sessizce durur.
Ve sen hayatın içindeysen, onları görebilirsin.

Bölüm 4 – Kayıp Hatıraların İçinden Geçerken

Bazı anlar vardır, ne zaman yaşandığını tam hatırlayamazsın. Ama hissettiğin şey, bir ömür seninle kalır. 
İşte o gün, sıradan bir akşamüstüydü. Elimde fırından yeni alınmış ekmeklerle yürüyordum. Evde annemle babam çay demlemişti. Birlikte içecektik. Her şey sıradan olabilirdi, ama hayatın sıradanlığı bir anda bozuldu.

Bir kadın gördüm. 
Yavaş adımlarla yürüyordu. 
Elinde baston, çantası hafifçe yere çarpıyordu. 
Ama bir gariplik vardı. 
Adımları ürkekti, gözleri yönsüz.

Teyzeciğim, dedim. 
Nereye gidiyorsun böyle? 
“Ekrem hocanın okumasına gidiyorum kızım,” dedi. 
Gece saat dokuzdu. 
Cümlesindeki tuhaflık içime düştü. 
Sesi yorgundu. 
Gözlerinde başka bir zaman vardı.

Koluna girdim. 
Beraber yürüdük. 
Yolun nereye çıktığını bilmeden… 
Çantasına baktım. Ne bir kimlik, ne bir numara. 
Yalnızlık sanki çantasına sinmişti.

Onu ürkütmeden sordum: 
Telefonun var mı? Bir numara? 
Yoktu. 
Adı yoktu, izi yoktu. 
Sadece o vardı. 
Bir kadın, geçmişte kalmış bir hayatla birlikte sokaklarda yürüyordu.

Yakınlardaki çaycıya girdik. 
İkimize çay söyledim. 
Bekledik. 
Belki bir tanıyan gelir diye. 
Kimse gelmedi. 
Sonra karakola gittik.

Karakolda saatler geçti. 
Kadın hiçbir şey hatırlamıyordu. 
Ne adı, ne adresi, ne bir isim… 
Ama bir şeyler söylüyordu: 
Kocasından, oğlundan… 
Hepsi çoktan gitmişti belki. 
Ama onun zihninde hâlâ yanındaydılar.

Annemleri aradım görüntülü. 
“Yine birini bulmuşsun,” dediler. 
Gülümsedim. 
“Eğer bulamazsam ailesini, eve getireceğim,” dedim.

Ve sonra bir ip ucu çıktı. 
Bir bakkalın adını hatırladım. 
Oraya gittik. 
Tanıdı teyzenin yüzünü. 
Mahallesine götürdük. 
Komşusuna emanet etmişti oğlu. 
Ama kaç saattir nerede olduğunu fark etmemişti bile.

Kırılmadım. 
Ama içimde bir sızı kaldı. 
Bir insan nasıl bu kadar unutulabilir? 
Bir hayat nasıl sessizce kaybolabilir?

O gün içime işleyen tek şey onun yalnızlığı değildi. 
Aynı zamanda onun hatıralarının içinde gezinmekti. 
Güvende hissettirmekti. 
Onu bulmak, aslında kaybolmuş bir duyguyu da bulmaktı. 
Merhameti.

Ve o gün şunu düşündüm: 
Hayatın içinde olmak sadece eğlenmek, sevinmek değil. 
Bazen bir başkasının hatırlayamadığı yolu yürümektir. 
Bazen kendi evine gitmeden, başkasının evine varması için eşlik etmektir.

O gece eve geç döndüm. 
Ama içim huzurluydu. 
Çünkü biri, bir başkasının kalbinde kısa bir yol arkadaşı olmuştu.

Bölüm 5 – Mahir Amca’nın Adımları

O gün yürürken içimde tuhaf bir sessizlik vardı. 
Kalabalığın içinden geçiyor ama bir yere varmıyor gibiydim. 
İnsan bazen öyle olur ya… Hem içeride, hem dışarıda. 
O anlarda biri çıkar karşına. 
Hayat seni birinin yoluna eker.

Kaldırımda, bastonuna yaslanmış bir adam yürüyordu. 
Adımları yavaş ama zarifti. 
Sanki her adımında bir kelime vardı, bir cümle.

Yanına yaklaştım. 
“Amca,” dedim, “yardım eder miyim? Kayboldun galiba?” 
Başını yavaşça çevirdi. 
Yorgun ama derin bir sesle cevap verdi: 
“Ben aşağıdaki camide namaz kıldım. Oradan çıktım, kayboldum. Çok da acıktım.”

Gözüm kıyafetine takıldı. 
Üzerinde şık bir ceket, ütülü bir gömlek… 
Ama şıklığının ötesinde başka bir şey vardı: 
İstanbul beyefendiliği. 
Zarafeti yitirmemiş bir yaşlılık.

Dedim ki, “Hadi gel, birlikte bir şeyler yiyelim.” 
Köşede bir pideci vardı, oturduk. 
O anlattı, ben dinledim. 
96 yaşındaydı ama hafızası capcanlıydı. 
Kelime seçişi, cümle yapısı, anlatımındaki incelik beni hayran bıraktı. 
Sanki yıllar, onun zihnine değil sadece zamanın bilgeliğini bırakmıştı.

Yemekten sonra aşağıdaki camiye indik. 
Oradakiler tanıyordu onu. 
Hep gelip giderdi. 
Beş vakti kılardı, sabah hariç. 
Her gün birileri onu evine bırakırdı. 
Bu şehir hâlâ güzel insanları saklıyordu içinde.

Zamanla arkadaş olduk Mahir Amca’yla. 
Telefonla konuştuk. 
Uğradım yanına. 
Bazen sadece selam vermek için… 
Bazen onun geçmişten anlattıklarını dinlemek için. 
Çünkü onun sözlerinde İstanbul’un eski sesi vardı. 
Bir zarif akşamüstü gibi konuşurdu. 
Yavaş, ölçülü, anlamlı.

Bir gün telefonuna ulaşamadım. 
Endişelendim. 
İki cami arasında onu aramaya başladım. 
Sordum, öğrendim: 
Taşınmışlar. 
Yukarıdaki camide görülüyormuş artık.

Gittim, sordum. 
Evet, oradaydı. 
Biraz rahatsızdı belki… 
Ama yaşıyordu. 
Ve hâlâ hayattaydı.

O an fark ettim… 
İnsan sevdiği birine ulaşamadığında, kalbinde tarifsiz bir boşluk açılıyor. 
Ama arayıp bulunca, o boşluk birden gülüşe dönüşüyor.

Mahir Amca bana dostluğu, zarafeti ve yaş almış bir kalbin hâlâ genç kalabileceğini öğretti. 
Her karşılaşmamızda bana hissettirdiği şey, şuydu: 
Hayat, sana yürüyenleri fark ettiğinde başlıyor. 
Ve sen, birinin yanında yavaş yürümeyi göze alıyorsan, gerçek dostluğa yaklaşıyorsun.

Hayatın İçinde – Gerçek Hikâyeler
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.