İnsan Ne ile Yaşar?
(Aristo’dan Tolstoy’a)
İnsan doğası gereği çevresinde olan biteni sorgular ve anlamlandırmaya çalışır. Felsefenin başlangıcında da bu merak duygusu vardır. Antik Yunan felsefesi doğa olaylarına akıl ve mantık yoluyla açıklama ihtiyacından ortaya çıkmış ve felsefi düşüncenin temelini oluşturmuştur. Benim için Antik Yunan’ın önemi insanın varoluşunu anlamlandırmak için doğaüstü mitolojik hikayelere inanmaktan çıkarak mantıklı ve rasyonel açıklamalar arama çabasına girişmesindedir.
Doğayı anlama çabası insanın dünyadaki yerini sorgulamasını yani varoluşunu anlamlandırma ihtiyacını beraberinde getirir. Doğa filozoflarıyla başlayan değişim, toplumsal ve ekonomik yapı değiştikçe insan ve toplum merkezli sorgulamalara yönelir ve üretim, zenginlik, mülkiyet gibi konular sistemli biçimde düşünülmeye başlar.
Ahlak, siyaset ve toplum tartışmaları içinde iktisadi düşüncenin de temelleri atılır. İktisat felsefesi, ekonomik düşüncelerin altında yatan derin felsefi varsayımları, ahlaki değerleri ve etik ilkeleri sorgulayan bir disiplindir. Kulağa havalı geliyor ama aslında “parayı nasıl bölüşelim? Hatta nasıl harcayalım ” sorusuna filozofça cevaplar arayan bir alandır.
Antik çağda bu konuya ilk kafa yoran Platon ya da Arapça ismiyle Eflatun olmuş. Arapçada ‘’p’’ ve ‘’o’’ sesleri olmadığı için Araplar Platon’a kendi dillerine uygun olarak Eflatun demişler. Eflatun’a göre her şey devlet kontrolünde, ortak mülkiyet ve eşit dağılımla yürümelidir. “Senin, benim yok; her şey devletindir.” Bugün bu görüşü savunan birinin sosyal medyada nasıl linç edileceğini düşünemiyorum bile. Platon’un ideal devletinde toplumda herkesin temel ihtiyaçları karşılanmalı eşitsizliğe neden olabilecek zenginleşme önlenmelidir.
Aristoteles ise hocasının tam aksine özel mülkiyeti ve ticaretin gerekliliğini savunur. Aristoteles yaşasaydı, bugün sosyal medyada #MülkiyetÖzgürlüktür’’ hashtag’iyle gündeme gelebilirdi.
Yalnız, Aristo’nun savunduğu özel mülkiyet bugünün mülkiyet kavramından oldukça farklı. O, gelir dağılımındaki eşitliği savunmuyor ancak insanların topluma sunduğu katkı oranında kazanç elde etmesi gerektiğini düşünüyor.
Kişinin topluma sunduğu katkı kadar kazanç elde etmesi fikri kulağa oldukça mantıklı geliyor değil mi? Ancak burada da işin içine insan psikolojisi giriyor. İnsanoğlunun hayattaki en büyük çelişkisi öleceğinin bilincinde olarak yaşayan tek canlı türü olması değil mi? Bir çok davranışımızın kökeninde de aslında hiç var olmamış gibi yok olup gitme korkusu yatıyor. Varoluşçu filozof Kierkegaard’a göre insan ölümle ilgili gerçeği sürekli inkâr ederek unutma eğilimindedir. Nietzsche ise İnsan canlısı ölümle yüzleşmenin yarattığı anlamsızlık ve hiçlik duygusundan kaçmak için güç, kontrol ve anlam yaratma arzusu geliştirir der.
Ernest Becker ‘’Ölümün inkarı‘’ adlı eserinde insanın ölüm gerçeğiyle baş edebilmek için sürekli kahramanlık kompleksi geliştirdiğinden bahseder. İnsanın eserler bırakmak arzusu, toplum tarafından onay görmek istemesi temel olarak ölüm korkusunu yenme çabasının sonucudur.
Becker’in bahsettiği Ölümü inkarı bugünün modern toplumunda tüketim kültürünü besliyor, Thorstein Veblen’insanlar gerçekten ihtiyaç duydukları için değil başkalarına imaj sunmak için tüketir ve bu durum bireyin öz saygısını sahip olduğu markalarla ölçmesine neden olur diyor.
Hiçbir işlevsel faydası olmayan sadece statü ve prestij göstergesi olan ürünlere duyulan ilgi bireyin kendini değersiz ve ölümlü hissettiği dünyada var olma ve var kalma çabası değil midir? Değerli hissetmek için zengin sınıfa ait sembollere sahip olmaya çalışarak döngüsel bir tüketim baskısı desteklenmektedir.
Prestij tüketimi gelir eşitsizliğinin derinleştiği dünyada ahlaki bir sorun olarak da karşımıza çıkar. Bir kesim temel ihtiyaçlarını karşılayamazken milyonlarca lira yalnızca prestij değeri olan nesnelere harcanmaktadır. Gerçek değer ve ölümsüzlük sahip olunan eşyalarla değil, düşünce, erdem ve insan olabilme çabasındadır.
Diğer yandan, İnsanoğlunun dünyada bir iz bırakma arzusu ve ölümsüzlük yanılsaması güç arzusunu kuvvetlendiriyor. Günümüzde kariyer hırsı, statü, servet ve ünlü olma çabası, başarı ve kontrol saplantısı ölüm karşısında duyulan güçsüzlük hissini telafi etme çabası değil de nedir?
Sürdürülebilirlik, yenilenebilirlik kavramlarının dilimizden düşmediği günümüzde konuştuğumuz konularla tüketim ve yaşam biçimimiz arasındaki gap bana kalırsa postmodern soslu bir sorumsuzluktur. Güç ve statü peşinde ömrünüharcayan bireyin tüketim alışkanlıkları kişileri özgürleştirmek yerine daha da bağımlı hale getirerek içsel boşluk ve kimlik krizine neden olmaktadır.
Tolstoy, ‘İnsan ne ile yaşar’’ adlı eserinde Melek Mikhail bir insan bedeninde dünyaya gönderilir. Michailin öğrenmesi gereken 3 şey vardır. En önemli şey , insan kendisi için değil başkaları için duyduğu sevgiyle yaşayabilen bir canlı olmasıdır. Tolstoy için ‘’İnsan insanla vardır’’
Son olarak, şunu da eklemek istiyorum. Aristo’ya göre özel mülkiyet candır, ticaret berekettir ama para prestij meselesi değil yaşamak için sadece bir araçtır.
Yorumlar kapalı.