featured
  1. Haberler
  2. Dünya
  3. Lübnan Gerçeğini Bir de Böyle Okuyun, Bakalım Türkiye İle Ortak Noktası var mı?

Lübnan Gerçeğini Bir de Böyle Okuyun, Bakalım Türkiye İle Ortak Noktası var mı?

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bugün Lübnan’ı oluşturan toprakların sahil kesiminde bilinen ilk yerleşimciler, MÖ 3.000’lerde bölgeye gelen Fenikeliler olduğu söylenmektedir. Fenikelilerin ilk büyük ticaret limanı olan Byblos’un tarihi MÖ 5.000’lere kadar gitmektedir. Bölge daha sonra sırasıyla Amurru, Mısır, tekrar Fenike, Asur, Babil, Pers, İskender, Selefkiler, Roma ve Bizans yönetiminde kalmıştır.

Lübnan Hz. Ömer dönemindeki Yermük Savaşı ile 636 senesinde Müslümanların hakimiyeti altına girmiş, daha sonra Emevîler zamanında başkentin Şam’a taşınması ile önemi daha da artmıştır. Emevî döneminin ardından bölgeye Abbasîler, Tolunoğulları, İhşitler, Fatımîler ve Selçuklular hakim olmuş, Lübnan bu devletlerin idaresi altında varlığını sürdürmüştür. 11. yüzyılda bölgedeki siyasî karışıklıklar sebebiyle zaman zaman küçük hanedanlıklar da kurulmuş, ancak Lübnan 12. ve 13. yüzyıllarda genel olarak Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Selahaddin Eyyubi’nin 1189’da Kudüs’ü fethinden sonra Beyrut ve Sayda’yı da fethetmesine rağmen, onun vefatından sonra hakimiyet yeniden Haçlılara geçmiş, 13. yüzyılın sonlarında ise Memlükler Lübnan’ı yeniden fethetmiştir.

Yavuz Sultan Selim zamanında 1516’da düzenlenen Mısır Seferi’yle Memlük Devleti’nin sona ermesi neticesinde bölge Osmanlı hakimiyetine girmiş ve 400 yıl Osmanlı hakimiyeti altında kalmıştır

Osmanlı Yönetimi Dönemi

Osmanlı yönetimi altındayken yaşanan sorunları çözmek adına idari tedbirler alınmış ve bu tedbirler çoğunlukla idari yapıını değiştirilmesi ile sonuçlanmıştır. Lübnan’ın merkezi otoriteye uzaklığı sebebiyle sorunların çözümünde yerel güç odakları kullanılmış, bu sebeple de sürekli olarak dengeler değişmek zorunda kalmıştır. Osmanlı dönemine kısaca göz atarsak;

  • Emirler Devri

1516 yılında Lübnan’ı egemenliği altına alan Osmanlı, bölgeyi Sam Valiliğine bağlı yerli emirlikle aracılığıyla idare etmeyi tercih etmiştir. Bu emirlikler, bölgede söz sahibi olan ve Katalik dininden Maruni azınlığa mesup iki ailenin elinde kalmış fakat bölgede isyanlar hiçbir zaman eksik olmamıştır.

Bu süreçte Maruni azınlık gittikçe güçlenmiş ve Avrupa devletlerinin de gizli desteği ile başta Dürziler olmak üzere çoğrafyadaki diğer halklar üzerinde tahakküm kurmaya çalışmışlardır.

Bu süreçte Mısı’da ayaklanan Mehmed Ali Paşa ile Emir’in birleşme kararı paralelinde 8 yıl bölge Mısır yönetiminde kalmış ve bu dönmede Mısır tarafından bölgede Dürziler ile Maruni’ler arasında bir denge politikası izlenmiştir.

  • Çifte Kaymakanlık Dönemi

Mısır yönetiminden bölgenin geri alınması sonrası, bölgede denge politikası gütmek isteyen Osmanlı, Cebel-i Lübnan’ı Sayda Valisine bağlı olarak, geniş yetkilerle donatılmış Dürzi ve Maruni iki kaymakam arasında taksim etti. Böylece Çifte Kaymakamlık Dönemi başlamış olsa da, beklenildiği üzere bölgede huzur ve barış ortamı sağlanamadı.

Fransızlar aynı mezhepten oldukları Marunileri kışkırtırken, İngilizler de Dürziler üzerine oyun kurarak bölgede huzursuzluğu körüklüyordu. Bölgenin çok karışık dini, kültürel ve mezhepsel mozaiki sebebiyle karışıklığın önüne geçilmesine yönelik olarak; her kaymakamın mahiyetinde on iki üyeli meclis kurulmasına karar verilmiş ve bu meclisler için de; Müslüman, Maruni, Dürzi, Ortodoks, Rum, Katolik, Mütevali (Şii) temsilcillerinden teşkil edilmesi kural altına alınmıştı.

    • Mutasarraflık Dönemi

    1856 Islahat Fermanı ile birlikte, bölgede Avrupa devletlerinin de etksi ile Dürzi ve Maruni çatışması tekrar alevlendi. Büyüyen bu gerginlik Dürzilerin üstünlüğü ile sonuçlanmış, Hıristiyan nüfüsta çok sayısa kayıp yaşanmış ve bu olay Avrupa devletlerinince Osmanlı üzerinde ciddi bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır.

    Konunun büyümeden kapatılmasına yönelik olarak; Hariciye Nazırı Fuat Paşa bölgeye gönderilmiş ve Şam Valisi dahil birçok üst düzey yönetici idam edilerek Avrupa’nın baskısı az da olsa hafifletilmeye çalışılmıştır. Arkasından da 1860’da Suriye ve Lübnan’ın geleceğine yönelik olarak Fransa, İngitere, Avusturya, Prusya ve Rusya’nın katılımı ile toplantı yapılmış ve sonrasında da alınan kararlar Cebel-i Lübnan Nizamnamesi adı altında yayımlanmıştır . Bu Nizamnamede;

    1. Lübnan sancağı, Babıali’nin atayacağı ve direkt olarak ona bağlı olacak bir Hristiya mutasarrıf tarafından yönetilecek
    2. Mutasarrıf, bizzat cemaatler tarafından seçilecel bir Sünni Müslüman, dört Maruni, üç Dürzi, bir Rum Katolik, iki Rum Ortodoks, bir Mütevali (Şii) üyeden teşkil ve Lübnan’ı temsil edecek on iki kişilik bir idare meclisine başkanlık edecek,
    3. Muhtelif cemaatlerle meskun bulunan yerleder her cemaatin bir şeyhi olacak

    şeklinde eşitliği sağlamayı hedefleyen hususlara yer verilmiş olması sebebiyle, 1916 senesine kadar 55 yıllık, eskiye nazaran iş karışıklığın ve sorunların daha az yaşandığı, bir sosyal ve kültürel ilerleme dönemi yaşanmıştır.

    1916 yılında İngilizlerin desteği ile ayaklanan Mekke Şeridi Hüseyin Filistin ve Suriye’yi ele geçirerek 1918 ‘de Şam’da bir Arap Devleti kurduğunu ilan etmiştir. Bunun üzerine, uzun süredir bölge ile ilgili emellerini gizleme ihtiyacı hissetmeyen Fransa bölgeye asker çıkartmıi ve yapılan gizli anlaşma ile, Filistin İngiliz, Lübnan ve Suriye sahil şeridi Fransız, doğuda kalan topraklar ise Arap bölgesi olarak belirlenmiştir.

    Fransiz İdaresi Dönemi

    Suriye, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarının paylaşıldığı San Remo’da 1920 yılında Fransızlara verildi.

    Bölgesel sıkıntıların çözümüne yönelik olarak 1922’de Fransa, Halep ve Şam’ı birleştirerek Suriye, Lübnanve Cebel-i Düruz olmak üzere üç bölge oluşturmuş ve bu yönetimi bu üç bölge üzerinden yapmaya çalışmıştır

    Fransa mezhepsel olarak yakınlığı sebebiyle, yönetimi sürecince Maruni’lere yakınlık ve iltimas göstermişlerdir.

    1926 yılına gelindiğinde, Fransa tarafından hazırkaan anayasa ile Lübnan iç işlerinde bağımsız, dışişlerine Fransa’ya bağlı bir devlet haline getirilme kararı alındı. Yeni Lübnan devletinin demografik yapısına baktığımızda; ağırlıklı olarak kuzeyde Maruniler, günayda Lübnan DAğı bölgesinde Dürzi ve Maruniler, kıyı kentlerde genellilşe Sünni Müslümanlar ve Ortodoks Rumlar, Lübnan Dağı’nın doğusu ve güneyindeki kırsal kesimde ise Şiiler bulunuyordu. Osmanlı yönetimindeki yapısı ile kıyaslandığında, coğrafya genişlemiş olsa da, domografik yapının Hırıstiyanların aleyhine bozulduğu net olarak görülmektedir.

    1936 yılına kadar bu bölgede çok hareketli bir siyasi hayat yaşanmış ve sorunların çözümünde bir adım ileriye gidilememiştir.

    1939’da tam bağımsızlığını ilan etse de, II. Dünya Savaşı sürecinde 1941’de İngiltere ve Fransa tarafından tekrar işgal edilecek ve bu süreç 1943’e kadar sürecektir.

    1926-1943 sürecinde iç karışıklıklar olsa da sınırlı kalmıştır. Hatta, lübnan tarihinde mezheplerin aynı hedef için eylem birliği yaptığı tek olay; Fransa’ya karşı verilen bağımsızlık mücedelesi olmuştur denebilir.

    İç Savaşa Kadar Lübnan

    1943-1958 arasında, cemaatler arasında belli ölçüde iş birikleri kurulsa da bunlar çoğunlukla kısa süreli çıkar ilişkileri üzerine inşa ediliyordu.

    Bu düreçte müslüman nüfusun artması ile birlikte demografik yapı değişmeye, bunun yanında, Arap Milliyetçiliği, Nasırizm ve Komünizm gibi ideolojik bölünmeler de baş göstermeye başladı. Tabii ki bu kadan önemli bir coğrafyada siyasi akımlar baş gösterirse, dönemin başat ülkeleri olan ABD, Suriye, Mısır ve SSCB’nin bölgede faaliyet göstermemesini beklemek de hayalcilik olurdu!

    1967 “6 Gün Savaşlarında” Arap coğrafyasının yenilgisi üzerine, Nasır’ın Mısır’ı veya Baascı Suriye dahil Arap rejimlerinin güvenilmezliği ortaya çıktı ve Filistinliler için artık gerilla harekatı tek çıkış nokası olarak belirdi.

    Gerilla hareketı kararı ile birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Lübnan Hükümeti arasında 1969 ‘da imzalanan Kahire Anlaşması sonrasında, FKÖ Lübnan’daki eğitim kamplarında silahlı eğitime başladı. Bu gelişme paralelinde de Lübnan Hıristiyanları silahlanmaya yönelik adımlar atmaya başladı.

    1969 yılında çeşitli Filistin örgütlerini bünyesinde toplayan El-Fetih kuruldu ve El-Fetih lideri Yaser Arafat FKÖ başkanlığına getirildi.

    1970 yılında ise, Ürdün’de Karla Hüseyin’i devirmek için ayaklanan Filistinliler başarısız oldu. “Kara Eylül” olarak adlandırılan bu olayda binler Filistinli öldü ve bu olay sonrası Lübnan’a bir Filistin göçü daha yaşandı.

    1970’li yıllara gelindiğinde demografik yapı çok değişmiş ve Müslüman nüfusu Hırıstiyanların nufüsunu geçmişti. Bu gelişme paralelinde de; Müslüman grupların bazı önderleri,Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanlıüı gibi önemli koltukların hıristiyanların elinde olmasından hoşnutsuzluğunu yüksek sesle dile getirmeye başladı.

    1974 yılına gelindiğinde Müslümanlar üç gruba ayrılmıştı.

    1. Suriye yanlısı radikalleri bünyesinde toplayan Kemak Canbolat’ın Lübnan Ulusal Hareketi
    2. Sait Selam öncülüğündeki Sünni Müslümanlar
    3. İmam Musa Sadr yönetimindeki Şii Müslümanlar

    Bu arada Lübnan yönetimi de Filistin ile İsrail arasındaki mücadelede arada kalmıştı. Bir taraftan İsrail’in 1973’deki gibi sınırlarının içerisine girip müdahale etmesinden çekinirken, diğer taraftan hıristiyan-müslüman çatışması riski de yavaş yavaş ülkeyi iç savaşa sürüklüyordu.

    İç Savaş Dönemi Lübnan

    1958 yılında Mısır ve Duriye’nin, Nasır önderliğinde birlşemesi, Suriye’nin Lübnan’daki Arap Milliyetçiliğini desteklemesi, Lübnan’da özellikle Şii nüfusun giderek artması, Filistinli mültecilerin sayısının her geçen gün artması, müslümanların hıristiyanların siyasi üstünlüğünden duyduğu rahatsızlık gibi sorunlara bir de; ekonomik bunalım neticesinde zengin ile yoksul arasındaki makasın gittikçe açılması eklenince bir ülke iç savaşa giden yolda koşar adımlarla ilerledi.

    6 Gün Savaşları sonrası, Arap ülkelerinin petrol üretimini kısıtlaması ve arakasından gelen ekonomik sıkıntılar sosyal patlamalara sebep vermiş, din ve mezhep ayrılıklarının tetkilediği gerginlikle de ülke iş savaşa girmiştir.

    Din esasına göre biçimlenmiş olan Lübnan’da tarafsız bir ordu da kurulamamıştı. Ordu kademelerindeki subayların Maruni, askerlerin çoğunluğunun da müslüman olması ve ordunun gerginlikler sürecinde tarafsız kalamaması sebebiyle, müslüman askerler kendi mebsup oldukları silahlı güce katılmışlar ve ordu zayıflarken milis güçler kuvvetlenmiştir.

    13 Nisan 1975 tarihine gelindiğinde, Beyrut yakınlarındaki bir kiliseye yapılan saldırının sorumlusunun Filistinliler olduğunu düşünen Falanjist güçlerin Filistin kampına giden konvoya saldırması ve yapılan katliam sonrasında İş Savaşın fitili ateşlenmiş oldu.

    20 Ocak 1976’ya kadar süren satışmalarda Lübnan Ulusal Hareketi ve Filistinli milislerin üstünlüğü ele geçirmesi ile gelişen süreç, Hıristiyan milislerin barış talebi ile sona erdi.

    Fakat çok önemli bir ayrıntı vardı; Lübnan Ulusal Hareketi’nin başarısı, Suriye’nin Lübnan ile ilgili planları ile ters düşüyordu. Bu sebeple de sürekli olarak Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ayrılıkçı hareketleri destekledi ve Filistinli güçleri kendi kontrolü altına almaya çalıştı. Hatta Lübnan Ulusal Hareketini baskı altına almak için, birliklerini Doğu Lübnan’a soktu.

    İş savaş sürecinde ortak hareket eden Lübnan Ulusal Hareketi ve Filistinli milisler Hıristiyanlara karşı üstünlük kurmuş olmasına karşın, Süriye’nin desteği sebebiyle eşit şartlarda barış görüşmelerine başlandı.

    Bununla da yetinmeyen Suriye Lübnan Ulusal Hareketi içerisindeki grupların da ayrışmasına yönelik olarak İmam Musa Sadr’ı Sam’a çağırarak, Lübnan Ulusal Hareketi programı aleyhine tavır almasını sağladı.

    Suriye hedeflediği planı yapabilmek adına son olarak da 1 Haziran 1976’da Lübnan’ı topyekin işgal etti. Lübnan Ulusal Hareketi ve Filistinli milislerin bu sırada güneyde İsrail ile çarpışıyor olmaları sebebiyle, bu işgal onların da mücadelelerine vurulmuş en büyük darbe olarak tarihe geçti.

    Bir tarafta Suriye ve SSCB, diğer tarafta İsrail ve ABD satranç oynarken; 6 Haziran 1982 tarihinde İsrail İngiltere Büyükelçisi’nin öldürülmesini bahane ederek Lübnan’ı işgale başladı.

    Dini ve mezhepsel çatışmalar sebebiyle birlik olamayan veya olmasına izin verilmeyen Lübnan, iç çatışmalar sebebiyle tek vücut olamamanın ve gelen göçler, müslümanların doğum oranının fazla olması gerekçeleri ile demografik yapının değişmesinin acısını, kendi tahtasında oynanan satranç oyununda piyon olarak görev almakla ödüyordu.

    Bölgede tam 14 yıl sürecek bu kanlı satranç oyunu, 1989 tarihinde imza altına alınacak Taif Anlaşması ile bir süreliğine de olsa neticelenecek ve denge politikasına geri dönülecektir.

    Taif Anlaşması sonucu, milis liderlerin parlementoya milletvekili olarak girmeleri sonucunda, pek çok milis hareketi durmuş, bazıları ise askeri ve siyasi olarak örgütlerini ayırmıştı. Anlaşma sonrası illegal sayılan gruplar parlamentoya alınarak bir anlamda Lübnan ordusunun güçlendirlmesi ve milislerin etkinliğinin azaltılması sağlanmıştır.

    Her ne kadar ülkeye barış ve huzur ortamı gelse ve ülke yeniden imar edilmeye başlansa da, hiçbir zaman Suriye’nin askeri, politik ve ekonomik baskısından kurtulamamıştır.

    İç Savaş Sonrası Yapı

    İş savaş sonrasında siyasal sistem din ve mezhep esasına göre şekillendirildi ve meclis 6 Hıristiyan ile 5 müslüman oranına göre tespit edildi. Her ne kadar o dönem için barış reçetesi olarak görülen bu yöntem sonrasında, eşitsizlikleri ve ayrımcılıkları körükleyen bir zehir olarak bünyede gezinecekti.

    1989 itibariyle Lübnan’ın demografik yapısı %35 Hıristiyan, %35 Şii Müslüman, % 25 Sünni Müslüman ve %5 Dürzi olarak bilinmekteydi. Fakat bu yapının meclise yansıması hiç de eşit değildi ve ilk hoşnutsuzluk da yine buradan doğacaktı.

    Dönem itibarile %35 oranından olan hıristiyan nüfus için 64 sandalye kontenjanı verilmişti. Bu kontenjanın dağılımı da ; 34 Maruni, 14 Rum Ortodoks, 8 Rum Katolik, 5 Ermeni Ortodoks, 1 Ermeni Katalik, 1 Anglikan, 1 Diğer Azınlıklar şeklinde belirlenmişti.

    Müslümanlara verilen 64 sandalyenin dağılımı işe; 27 Sünni, 27 Şii, 8 Dürzi, 2 Nusayri olacak çekilde kural altına alınmıştı.

    Sadece senato değil, ülke yönetimi de din temelli bir hiyerarşi içerisinde paylaştırılmıştı. Mesela Sosyal Güvenlik Bakanı Emek, Dışişleri Bakanı Hizbullah, Eğitim Bakanı Dürzi gibi bir sınıflandırma ile bürokrasi şekillendirilmişti ve bu yapının sağlıklı olarak yürütülmesi pek mümkün görülmüyordu.

    Hizbullah’ın Sahneye Çıkışı

    Hizbullah İran devrimi sonrası, devrimden esinlenerek kurulmuş Şii bir örgüttü. Devrim sonrası İran’dan bine yakın askeri eğitim almış militan Lübnan’a getirilerek Şii Emel Örgütü ayrıştırılarak teşkil edilmiştir. Geçen ay öldürülene kadar lideri ve kurucusu olan Hasan Nasrallah’ın örgütün amacını; kurulduğu dönem için Lübnan’ın güneyini işgal etmiş olan İsrail’i Lübnan’dan çıkartmak olarak açıklamıştı. Diğer amacı işe Lübnan’da bir islami devletini vucuda geçirmek olduğu aşikardır.

    Taif Anlaşması sonrası, anlaşma gereğince Lübnan’daki bütün silahlı milisler silahlarını bırakırken, bu kurala uymayan tek örgüt olan Hizbullah İsrail ile gerilla savaşına devam etti. Bunun neticesinde 15 Mayıs 2000 tarihinde İsrail Lübnan’dan tamamen geri çekildi.

    2005 yılına kadar Lübnan topraklarında kalan Suriye, Hizbullah’ın güçlenmesi ve vekil olarak savaşı devralması sebebiyle gölge olarak müdahil olmaktan öteye geçme ihtiyacı hissetmemişti

    12 Temmuz 2006 tarihinde, iki israil askerinin kaçırılması ve sekiz askerin öldürülmesi ile başlayan süreçte, Lübnan tamamen tarafsız kalmış ve İsrail ile Hizbullah karşı karşıya gelmiştir. Bu savaş sayesinde, Lübnan ordusu bypas edilmiş ve Hizbullah dünyaya “Ben Lübnan’ım” mesajını net olarak vermiştir.

    Hizbullahın tek başarısının silahlı gücünden gelmediğini de unutmamak gerekir.Hizbullah’ın parti ve direniş örgütü olmanın yanında bir sivil toplum kuruluşu gibi yardıma muhtaç olan bazı kesimlere devletten daha iyi yardım götürmesi de halk nezdinde desteğini artıran hususlardan birisidir.

    2006 yılında İsrail ve Hizbullah arasında çıkan 34 Gün Savaşı’nda halk desteği en üst seviyeye ulaşmıştır. Hizbullah’a göre karadan herhangi bir başarı gerçekleştiremeyen İsrail, 34 gün boyunca özellikle Şii hedefleri vurarak Hizbullah’a zarar vermeye ve alt yapısını çökertmeye çalışmıştır. Ancak bu başarısız girişim, İsrail’in yenilmez ordu imajına zarar vermiştir.

    2007 yılına geldiğimizde; Marunîlerin ve Sünnilerin nüfusları %20’li oranlarda iken Şiilerin Lübnan’daki nüfuslarının toplam nüfusa oranı %40’a yaklaşmıştır. Demografik yapıdaki bu değişim geçmiş verilere de bakıldığında hızlı bir şekilde Sii nüfusun leyhine bir şekilde değişmektedir.

    Sonuç Olarak

    Geçmişten günümüze Lübnan’a baktığımızda, tarih ayrılıklar üzerine (din, mezhep vb) kurulmaya çalışılan denge sürekli olarak karışıklığa sebebiyet vermiş ve bu karışıklıktan da başat ülkeler sürekli olarak faydalanmak istemiştir.

    Göçlerle sonrası bozulmaya başlayan demografik yapı ile birlikte, sadece ülkedeki dengeler değil, bölge üzerinde etkili olmak isteyen güçlerin de planları hızla değişmekte ve amaca ulaşmak için kullanılan şiddetin dozu artmaktadır.

    Günümüz şartlarında savaşların vekiller üzerinden yapıldığı da göz önüne alındığında, iç karışıklık yaşamaya ve ayrışmaya müsait devletlerin veya yapıların, savaşlarda vekil, tampon bölge veya sorun kaynağı coğrafya olarak kullanılacağı asla unutulmamalıdır.

    Tarihi gelişime bakıldığında, Türkiye’nin de Lübnan’ın iç savaş öncesi dönemdeki gibi çok fazla göç alarak demografik yapısının değişme riski olduğu unutulmamalıdır.

    Hali hazırda Rusya-Çin-İran karşısında, ABD ve AB’den teşkil çift kutuplu dünya düzeninde, jeopolitik konumu sebebiyle Türkiye’nin her iki taraf için de çok önemli bir rol üsteleneceği aşikardır.

    Taraflarca Türkiye üzerinde oynanacak bir satranç oyununda; ulus devlet kavramı aşındırılarak, aynen Lübnan’da olduğu gibi siyasi, dini veya mezhepsel farklılıklar ile demografik yapının değiştirilmesi üzerinden hamleler yapılabileceği asla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliktir.

    Bu sebeple, bu oyunu bozmak adına gelecekte demografik yapıyı değiştirme riski yüksek olan ve geçici koruma statüsünde, göçmen, mülteci vs vs adı ile adlandırılan tüm nüfusun acil olarak ülke dışına çıkartılması ülkenin gelecekteki risklerini bertaraf etmesi için hayati öneme haizdir.

    Lübnan Gerçeğini Bir de Böyle Okuyun, Bakalım Türkiye İle Ortak Noktası var mı?
    Yorum Yap

    Yorumlar kapalı.